21 Mart 2009 Cumartesi

Hatıralar Bende Kalır


Sabah benim için sıkıntılı başladı. Sıkıntılı başladı çünkü Diyarbakır’ın o meşhur Temmuz sıcağına yakalanmadan, sabah saatlerinde bitirmem gereken birkaç iş için erken kalkmak zorunda kaldım.
Siyaset gladyatörlerinin, meydanlara çıktığı ve bol keseden attıkları günleri geride bıraktığımız 2007’nin bir yaz günüydü.
Oysa tatil günümdü ve oldum olası sabah uykusuna doyamam. İstemeyerek de olsa kalktım ve şehre çıktım. İşlerim pek uzun sürmedi. İşler bitince acıktığımı hissettim ve henüz kahvaltı yapmadığımı hatırladım. Ama kahvaltı için eve geri dönmeyi de göze alamadım. Öğrencilik yıllarımdan kalan ve hala devam eden bir alışkanlıkla, Diyarbakır’ın yetmiş sekiz kuşağı ve ona yakın yaşlarda olanların çok iyi hatırlayacağı Petek Pastanesine yöneldim. Zaten oraya yakındım. Yürürken tek başıma oturup “Petek keyfi”me gölge düşürmemek için kadim dostum Ahmet’i aradım; “Kardeş Petekte su böreği ve soğuk limonata’ya ne dersin” Ahmet sabah uykusunun rehavetiyle bir iki nazlandı ama teklifime yok diyemedi. “ Sen git, geliyorum” dedi.
Kuşağımızın kimi acemi, kimi heyecanlı, kimi pembe bulutlarda çılgınca kanat çırpanı, kimi “senin için ölürem” diyecek kadar tutkulu aşığını konuk eden Petek Pastanesindeyim. Diyarbakır’dan uzak kalmış ya da “petekli günleri” unutmuş, şimdi ellili yaşlarında olan o yılların romantik “sev-genç” lerin hafızasını tazelemek ve birazcık nostalji yaşatmak için günümüz Peteğinden birazcık söz etmek istiyorum;
Bizim Petek, otuz yıl öncesinden oldukça farklı. Bu fark ta uzaktan ışıldayan yaldızlı koca tabelasından belli oluyor. Yaklaştıkça kendiliğinden aralayıveren şık, otomatik giriş kapısı değişimin tam resmiydi. İçeri girince o eski doğal, mütevazı ve romantik havasından eser kalmadığı hemen göze çarpmaktadır. Eski ahşap masa ve sandalyelerin yerine göz kamaştıran, oldukça şık cam masalar ve metalik sandalyeler yer almıştı. Kısacası petek her yönüyle modern bir görünüme bürünmüştü. Ama değişmeyen bir şey vardı; böreği ve saf limonatası. Hala eskisi gibi enfesti. Pastası da öyle…
İçeri girince gözlerim artık soyları tükenmeye yüz tutmuş, gözlerden uzak kuytu köşeleri mekân seçen, birbirine tutkuyla sokulan, romantik bir iki çifti görme umuduyla bakındı, ama nafile. Göremedi. Göremezdi, çünkü günümüz aşıklarının tercihi, artık kuytu köşelerden çok, sayıları günden güne artan gürültülü, dumandan göz gözü görmez, çirkin kafeler yada barlardır.
Maslarda yoğun iş temposuna yetişmek için acele acele önlerindeki küçük dilimlere ayrılmış pasta ya da böreği atıştıran ve genellikle çantalı, kravatlı iş adamı havasında kişiler çoğunluktaydı. Bende boş bir masaya iliştim. Oturur oturmaz gözlerim yan masada oturan genç çifte kaydı. ‘İşte gözden kaçırdığım romantik bir çift’ diye geçirdim içimden ama; kısa bir gözlemden sonra yanıldığımı anladım. Çiftimizde romantiklikten eser yoktu. Gözleri önlerindeki tabaktan başka bir şey görmüyordu. Bir birine lakayıtsız, atıştırmakla meşguldüler.
Ahmet’in çok hızlı yemek yeme alışkanlığını hatırlayınca onu beklemekten vazgeçip siparişimi aldım. Siparişimi alan garsonda eskiden pek eser taşımıyordu. Üzerinde oldukça şık bir üniforma vardı. İlginç, o ünlü Diyarbakır şivesi bile değişmişti. Ben “Ne istisen babam” demesini beklerken o Gayet kibar ve “buyurun beyefendi”yle başlayan ifade ve edayla siparişimi aldı. Bir tabak su böreği ve iki bardak limonatayı devirmek üzereydim ki, Ahmet geldi. O da siparişini aldı. Yanılmamıştım, Ahmet önündekilerini bitirdi ama ben hala yemeğe devem ediyordum. Bir bardak limonata daha istedim.
Eh, petekte oturulurda eski günlerden konuşulmaz mı? Bir süre geçmişe tatlı bir gezinti yaptık. Gezintimiz uzayınca garsonun çay teklifine yok demedik. Çaylar gelince, İnce belli bardakların değişime ayak direttiğini gördük. Otuz, kırk yıl öncesinden geliyorlardı. Çaylarımız bitince kalktık ve ikimizin çalıştığı iş yerine doğru yürüdük. İş yerindeki olağanüstü hareketlilik hemen dikkatimizi çekti. Daha ne oluyor diye sormaya hazırlanıyorduk ki, çalışanlardan biri bize, iş yeri sahibinin(aynı zamanda çok yakın arkadaşımız) annesinin vefat ettiğini söyledi. Bir an içimden “işte hayat, bir yanda neşe öte yanda keder, bir yanda yaşam öte yanda ölüm…” Doğrusu da öyle değil mi? Doğum ölüm, varlık yokluk; İşte yaşamın diyalektiği.
Ahmet’in arabasına atladık ve Mardin’e doğru yola koyulduk. Anlayacağınız, nostaljik gezimiz gerçek bir gezintiye dönüştü. Vardığımızda saat on ikiyi geçiyordu. Önce taziye evine gittik. Annesini yitiren dostumuz bizi karşıladı. Başsağlığı diledik. Epeyce oturduk.
Taziye olgusu her ne kadar, toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı sağlayıcı, yararlı ve insani olduğu bir gerçekse de, o an teneffüs edilen havanın çok ağır ve sıkıntı verici olduğu da bir gerçektir. İnsan bir an evvel o sıkıntılı, kasvetli havadan kurtulmak için sabırsızlanıyor. Bizde hem o sıkıntılı havadan hem de taziye evini sigara içme odası sanan bazı tiryakilerin yoğun sigara dumanından kurtulmak ve temiz bir hava almak için üzüntülü arkadaşımızdan izin isteyip (tekrar dönmek üzere) kalktık.
Dışarı çıkıp, sıcak ama temiz Mardin havası yüzümüze çarpınca biraz kendimize geldik. Ahmet, “Merdine gelip de kebap yememek olmaz, Haydi şehre çıkalım.” Dedi. Bulunduğumuz yer Diyarbakır’dan gelişte şehir merkezine varmadan Kızıltepe üç yolunda bulunan güzel saat kulesinin yakınlarındaydı.
“O halde çevre yolundan gidelim. Hem birkaç resim çekerim hem de sana okuduğum liseyi gösteririm.” Dedim. Böylece basit bir sabah kahvaltısında başlayan nostaljik gezintimiz beklenmedik bir şekilde hoş ve keyifli bir boyut kazanmak üzereydi.
Mardin, çocukluk yıllarımın büyük bölümünün geçtiği kent, İlk sevdalarımın, ilk kavgalarımın kenti… Turabidin’in zirvesi, yukarı Mezopotamya’nın kadim kenti…
Çevre yolunda yavaş yavaş ilerliyoruz. Sağda ipek yolu ve ala bildiğine uzanan Mardin ovasının kuşbakışı görüntüsü, sol taraftaysa Turabidin’in en yüksek tepelerinin birinde yer alan Mardin kalesi ve o yüksekliğin yamacında bulunan, büyüleyici Mardin görüntüsü… Yüzlerce kez gördüğüm bu görüntü her defasında beni heyecanlandırır ve tarifi mümkün olmayan hoş duygular yaratır. Şehri bir hilal gibi çevreleyen ve aşağılara doğru uzanan düzlük ile Mardin yüksekliğinin sınırı gibi görünen yolda ilerledikçe, zaman zaman Ahmet’i durdurup fotoğraf çektim. Sonunda yolun Nusaybin yönüne açılan kavşağında bulunan okuduğum liseye geldik. Orda indim. Birkaç resim çektim.
Okullar tatil de olduğu için kimse yoktu. Okulun ve etrafında biraz gezindim. Ahmet arkadaş pek oralı değildi ama ben bir süreliğine otuz-kırk yıl önceki dünyama uçmuştum. O tatlı, tozpembe çocukluk yıllarıma… Beş on dakikalık düş yolculuğumdan arabaya döndüğümde Ahmet “Kebap yemek için çıktığımızı” hatırlattı. Geldiğimiz yoldan tekrar geri dönmek zorunda kaldık. Çünkü bulunduğumuz yerden şehir içine girilmiyordu. Trafik tek yön de işliyordu.
Nihayet Mardin’in ünlü kebapçılarından birindeyiz. Doğrusu çok methedilen mekânı pek beğenmedim. Zemin ve duvarlar boydan boya fayansla kaplanmış büyükçe bir mutfağa benziyordu. Girer girmez bizi, yöremizin çoğu lokantalarında alınan o tanıdık rahatsız edici, ağır et ve yemek kokusu karşıladı. Duvarlar, lokantaya uğrayan ünlülerin resimleriyle doluydu. Bir köşeye bazı devlet adamlarının resimleri gelişi güzel asılmıştı. Eğri büğrü duruyorlardı. Başka bir duvarda büyükçe bir levha içinde Mardin ve Midyat’tan çeşitli görüntüler vardı. Levhanın alt kenarına da büyükçe harflerle şu cümle yerleştirilmişti:
“Dillerin ve dinlerin kavşak noktası Mardin ve Midyat’ta tarihten kesitler.”
O kadar gereksiz ıvır zıvır la süslenen duvarlarda gördüğümüz en anlamlı görüntü buydu. Kilise ve caminin yan yana inşa edildiği, çan ve ezan sesinin birbirine karıştığı Kürt, Arap, Türk, Süryani’nin aynı kahvede oturduğu, her masada farklı bir dilin konuşulduğu Mardin ve Midyat’tı oldukça iyi anlatan bir cümle…
Oturduğumuz yerden kafamızı yukarı kaldırdığımızda tam tepemizde duran heybetli Mardin kalesini görüyorduk. Müşterilerin meraklı bakışları arasında pencereden bir iki görüntü çektim. Ve nihayet kebaplar geldi.
Her şeye rağmen kebaplar nefisti. Loş ekmeğin içine küçük dürümler yaparak iştahla yedik. Yanında verilen bol sımaklı soğanı, tabağın altına serilen ve kebap yağının iyice sindiği ekmek parçasına kadar, kolesterol falan dinlemeden, her şeyi silip süpürdük. Süpürdüm, demek daha doğru olur çünkü Ahmet’in önündeki tabağın öyle silip süpürülmüş hali yoktu. Tabağın dibinde kalan o en yağlı ekmek parçasını da ben yedim. “Oh… Dünya varmış… Şimdi Mardin daha bir güzel görünüyor” Diye söylendim. Zevkle kavradığımız ince belli bardaklarımızı iki kez boşalttıktan sonra kalktık ve yüzlerce kez geçtiğim şehir merkezindeki o daracık ana caddeden geçip tekrar çevre yoluna girdik.

Taziye evine uğradık. Bir süre daha oturduk. Artık akşamüzeriydi. Kalkmamız gerekiyordu. Kaçıncı olduğunu hatırlayamadığım fatihayı okuyup kalktık. Arkadaşımızı üzüntüleriyle öylece bıraktık… Yaşam devam ediyordu…
Nezir Cibo 3 Temmuz 2007
nezirecibo@gmail.com

Ölüm Ayrılık

Akşamüzeriydi. Gün boyu süren yoğun iş temposundan daha çok, Diyarbakır'ın sinir bozucu kalabalığı ve çok yönlü kirliliğinin verdiği yorgunluktan kurtulmak için ne yapmalıyım diye düşünüyordum. Telefonun titreşimiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Telefon eden arkadaşım, ‘ işin bittiyse şehir dışına çıkıp bir hava alalım' diyordu. Doğrusu bu teklif beni fazlasıyla memnun etti. Arabasına atladık ve şehirden çıktık.

Bulunduğumuz yer Silvan yolunun sol tarafında yüksekçe bir tepeydi. Diyarbakır'a kuş bakışı bakıyordu diye bilirim. Yorgun kara surların saklamaya çalıştığı o çirkin beton yığınları doğrusu buradan bir başka görünüyordu.

Güneş batmak üzereydi. Surlara teğet geçen ufuk kızıla boyanmıştı. Yavaş yavaş karanlığa gömülen kara surların hemen üstünde beliren o kızıl tablo, her zaman yaptığı gibi, bende nedensiz bir hüzün yarattı. O anı sonsuzlaştırmak isteğiyle acemi hareketlerle telefonun kamerasıyla bir iki çekim yaptım.

Yine telefonun titreşimiyle o hüzünlü tablodan bir an için ayrıldım. Telefon eden kadim dostum Erdem'di. O çok tanıdık ses tonundaki üzüntülü ifadeyi hemen fark ettim. Kısa bir merhabadan sonra, neredesin? Diye sordu. Biraz önceki hüzün perdesinden sıyrılmış bir edayla, ‘ Şu anda şehir dışında gün batımını seyrediyorum' Dedim.

Ses tonundaki üzüntülü ifade daha da belirgindi;
‘ Nezir sana çok kötü bir haberim var' Dedi. Ne oldu? Deme fırsatı vermeden devam etti;

‘Nedimi kaybettik'
Doğrusu, eğer çok yakından tanıdığım Erdem'in dışında biri olsaydı, inanmaz ve çok kötü bir şaka yapıyor diye tersleyebilirdim. Çünkü Nedim'den daha birkaç gün önce bir mail almıştım. Aynen şöyle yazıyordu:

Sevgili Nezir,
Su anda sagligim yerinde degil ama hic degilse tedavi altindayim. Genel durumum iyi.
Özcan kardesimden bilgi alabilirsin. Erdem'in de haberdar oldugunu saniyorum. Yoksda sen iletirsin haberi.
Baharda Diyarbekir'de görüsmek ëzere.
Selamlar
Nedim

Aynen böyle, Nedim kardeşim ‘sağlığım yerinde değil' ama ‘genel durum iyi… Baharda Diyarbekir de görüşmek üzere' diyordu. Bu nedenle pek önemsememiş ve espriyle karışık bir geçmiş olsun iletisi göndermiştim; ‘ Hastalık sana yakışmıyor be kardeşim, gel de karşılıklı birkaç kadeh rakı içelim bir şeyin kalmaz' gibisinden bir şeyler yazmıştım.

Ama telefonun öbür ucunda Erdem ‘Nedimi kaybettik diyordu' Çok iyi biliyordum ki, dostum bu tür şakalar yapmaz ve ne acı ki ‘ şaka yapma!' diyemedim. Sadece biraz önce gözlerimin kilitlendiği kıp kızıl gün batımına döndüm, ama artık o alev renginin yerini zifiri bir karanlık almıştı.

Evet, bir güneş daha batmıştı. Nedimi kaybetmiştik .
Başta acılarını yüreğimde hissettiğim ailesi ve bütün sevenlerinin başı sağ olsun.

Olmadı be Nedim kardeşim, olmadı be… Yakışmadı be, sana hiç ama hiç yakışmadı. Sözünü tutmadın…
03. 03. 2007

Dostlar Ve Geçmiş

Doğrusu her ne kadar normal yaşantı sürecini sık sık kesintiye uğratıyor, sohbetin tadını kaçırıyor ve gün boyu kafa dinlemek için en ufak bir kaçamağa bile fırsat vermiyorsa da bu cep telefonu, harika bir icat vesselam… Nerede olursan ol, ne kadar uzakta olursan ol önemli değil, anında haber alıyor, bilgileniyor insan. 25 yıl önce kuşağımızın hayal bile edemediği harika alet…
Pazartesileri işim gereği tatil günümdür, herkes tatilini pazar günleri yaparken ben pazartesi tatil yaparım. Geceleri çok geç yattığım için tatil günleri bol bol uyurum. O gün de öyle yaptım. 12 gibi kalktım. Kurt gibi acıkmıştım. Genellikle yaptığım gibi ağır ama lezzetli bir kahvaltı yaptım. Saat iki gibi Erdem aradı:
— Baba, (Erdemle bir birimize zaman zaman böyle hitap ederiz) ne yapıyorsun?
— Kahvaltı ediyordum.
— Yeni mi uyandın?
— Evet, biliyorsun tatil günüm.
— Bu gün akşamüzeri büroya uğra, sonra eve çıkarız (Erdem’in evi ve bürosu aynı binadadır). Bir misafirimiz var.
— Kim?” diye sorduysam da : “Akşam geldiğinde görürsün. Sürpriz olsun.” deyince bayağı meraklandım; ama ısrar da etmedim.
Akşamüzeri dört gibi büroya uğradım. Kapıyı sekreteri açtı. Kendisi yoktu. Yan odada bulunan Av. Özgür’ün yanında oturdum. O gelene kadar lafladık. Erdem gelince de onun odasına geçtim. Biraz sonra Sait Aydoğmuş geldi. Sait, bizim kuşağın iyi tanıdığı, T-KDP/ KİP harekinin beyin kadrolarındandı. Diyarbakır’da olduğu halde uzun süre görüşememiştik. Onu ayrı bir yazıda tanıyacağız. Yemek saatine kadar sohbet ettik; ama hala sürpriz misafir ortada yoktu.
Nihayet kapı çaldı, Erdem karşılamak için odadan çıktı. Salondan gelen seslerden gelenin bir bayan olduğu anlaşılıyordu. Evet, sürpriz misafir bir bayandı. Uzun boylu, zarif bir bayan… İlk görüşte bir tereddüt geçirdim; ama dikkatli bakınca hemen tanıdım: Dr. Işın İşçanlı’ydı (Sevinç İşçanlı’ydı)
Sevinç, 12 Eylül öncesi Kürt kadın hareketinin önemli bir ismiydi. DDKD’nin(Devrimci Demokratik Kültür Derneği) kurucularından ve DDKAD”nin (Devrimci Demokrat Kadınlar Derneği) genel başkanıydı. DDKAD, DDKD gibi kısaca ‘’Şıvancılar’’ diye adlandırılan (T-KDP/KİP) hareketin bir legal kuruluşu olarak, Demokratik Kürt Kadın Hareketini örgütleme ve yönlendirme misyonuyla faaliyet gösteriyordu. Genel Merkezi Diyarbakır’daydı. Sevinç”in dışındaki diğer yöneticileri, hatırladığım kadarıyla: Methiye Özhal, Rahime Kesici, Gül Dağdeviren, ve Türkan Beyik’ti. Her kesimden kadınlar arasında hummalı bir çalışma yapıyorlardı. Siverek, Kozluk gibi bazı ilçelerde şubeleri vardı. O zamanlar oldukça “solcu” bazı kesimlerce tepeden bakılan ve küçümsenen; ama şimdilerde dört elle sarıldıkları “ana dille eğitim” ve “analar çocuklarınıza ana dilini öğretin” sloganlarını, Kürt tarihinde şiarlaştıran DDKAD oldu, diyebilirim. Bu şiarlar doğrultusunda yoğun bir çalışma sürdürülüyordu: kadınlara yönelik okuma yazma kursları açılıyor, kadın sorunları tartışılıyor, seminerler düzenleniyor, bildiriler dağıtılıyordu. Bazı dernek yöneticileri, 12 Eylül sonrası bu bildiri ve çalışmaları nedeniyle açılan davalardan yargılanıp uzun süre cezaevlerinde yattılar. Dernek, günün şartlarına uygun bu isabetli şiar ve çalışmalarıyla kısa sürede kitleselleşti. Dönemin sosyalist düşüncelerinin etkisinde olsa da özünde ulusalcı duygu ve düşüncelerle hareket ediyorlardı. Sevinç, yıllar sonra DDKAD’nin kuruluş ve çalışmalarıyla ilgili şunları söyleyecekti: